Türkiye şartlarında, marka olmakla, tercih edilen bir marka olmak arasında ne fark var?
Marka olmakla, tercih edilen bir marka olmak arasında dağlar kadar fark var.
Kapitalizmi ve sanayi devrimini ıskalamış olmamızdan olsa gerek, maalesef bizde hala “marka olmak” konuşuluyor. Marka danışmanları, marka olmaktan bahsedip duruyor.
Ama ülkede şu an teorik anlamda marka olmayı anlatmak, Türkiye’nin Batılılaşma serüveni gibi, tepeden inme.
Türkiye gibi bazı trenleri kaçırmış bir ülkede, pazarlamada asıl mesele, tam anlamıyla marka olmak ya da olmamak değil. Tercih edilip edilmemek. Çünkü tercih edilirseniz işletmeniz büyür, geliriniz artar, para kazanırsınız.
Ve üstelik kitaplarda yazılan şekilde, Batılı anlamda, logosuyla kimliğiyle, özüyle deneyimiyle, tam anlamıyla bir marka olmak, tercih edilmenizi garanti etmez. Marka olmanın teknik olarak tüm şartlarını yerine getirmiş olsa da çakılan, tercih edilmeyen, yok olan markalar var.
Türkiye’de her işletme sahibi, kimsenin tercih etmediği dört dörtlük bir markaya sahip olmaktansa, teorik olarak eksikleri de olsa, daha çok tercih edilen bir markaya sahip olmayı tercih eder.
Önce tercih edilen bir marka olmayı başarabilirseniz, dört dörtlük bir marka oluşturmak için gerekli kaynaklara ulaşabilecek sermayeniz olur.
Türkiye’deki marka danışmanlarının çıkmazı da bu.
Marka olmayı anlattıkları işletme sahipleri, o zamana kadar kazandıkları parayı -o danışmanların tarif ettiği şekilde- bir markaları olmadan kazandıkları için, o tarif edilenler gibi bir marka olmanın gerçekten gerekli olup olmadığını sorguluyorlar. Haksız da sayılmazlar.
Marka olmanın kitapta yazan tüm detaylarından önce, bir markanın çok daha fazla tercih edilmesinin yolunu bulmak lazım. Parasıyla hammadde alamayan, mal isteyene teklif veremeyen adama, “marka deneyimi” falan anlatmak, piyasa yanarken saç taramak olur.
Sermaye ve rekabet artınca, marka olmanın tüm gerekliliklerini mecburen konuşmak zorunda kalırız. İşletmelerin önce gerçek anlamda sermayeye ve doğru düzgün kapitalist rekabete ihtiyacı var. Sermaye birikip rekabet arttıkça, marka olmanın tüm gerekliliklerini yerine getirmek “zorunda” kalacaklar zaten.
16. ve 17. yüzyılda kapitalizmi inşa etmeye başlayan Batı’nın, 50–100 sene önce mecburen geldiği noktaya, bugün ışınlanarak gelemeyiz.
Yani Türkiye’deki işletme sahiplerinden bunu bugünden istemek, anlamsız. Kestirmeler bulmak zorundayız.